Tarih Vakfı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Vakfı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2014 Pazar

Ayasofya neden müze olarak kalmalıdır?



Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel Mirası İzleme Platformu, Türkiye'nin önde gelen akademisyenleriyle birlikte, yıllar sonra yeniden alevlenen Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılması tartışmaları üzerine başlattığı “Ayasofya müze olarak kalmalıdır” imza kampanyasını tanıtmak ve konunun kamuoyunda çok yönlü tartışılmasına zemin oluşturmak için bir basın toplantısı ve
panel düzenledi.

Tarih ve kültürel mirasa müdahale ve istismar alanları üzerinde çalışmak, görüş oluşturmak ve eylem geliştirmek amacıyla Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel Mirası İzleme Platformu, toplantıyı Prof. Dr. Engin Akarlı, Prof. Dr. Şevket Pamuk, Prof. Dr. Aydın Uğur, Prof. Dr. Uğur Tanyeli ve Murat Belge ile birlikte gerçekleştirdi.

İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Engin Akarlı,  Ayasofya'nın Türkiye'deki kültürel zenginliklerin en önemli temsilcilerinden biri olduğunu belirterek konuşmasına başladı. Ayasofya'nın farklı estetik değerler ve dinlerin birbiriyle buluştuğu birleştirici bir mekan olduğunu dile getiren Akarlı, “Ortak tarihimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız çünkü bugün Ayasofya zaten müze olarak bile yüce bir maksada hizmet etmektedir ve hem Doğu'yu hem Batı'yı kucaklamaktadır” dedi.

“Tedaviye muhtaç, hastalıklı bir düşünce yapısının uzantısı”
İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi gazeteci-yazar Murat Belge ise, konuşmasını müze-cami tartışmasını politize eden olaylara dayandırarak sosyal psikoloji bağlamında sürdürdü. Bu gerginliğin 1950'li yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti'nin Ayasofya ile ilgili olarak kaleme aldığı saldırgan bir yazıyla başladığını söyleyen Belge, sözlerini şöyle sürdürdü: “O yazıdan sonra Ayasofya, her daim birilerinin gönlünde yatan aslan olarak bir yerlerde durmuş ve zaman zaman alevlenmiştir. O tarihten bu yana ciddi bir rövanş takıntısı vardır. 'Biz vaktiyle dünyaya egemendik, bizi ne hale getirdiler, Ayasofya'yı da elimizden aldılar' gibi kompleksli söylemlerle beslenen hatalı, hastalıklı ve zararlı bir ruh hali hala devam etmektedir. Ayasofya'nın neden cami olmaması gerektiğine dair bir sürü gerekçe sayabilirim ama burada en önemli sorun, 2014'te hala kiliseleri cami yaparak dünyaya kafa tutma mantığının sürmesidir. Bu yaklaşım, intikam isteyen, karşısındakini susturmaya çalışan bir tavrın uzantısıdır; tedaviye muhtaç bir düşünce yapısıdır. Bu, aynı zamanda İslam'ın tavrını da belirlemektedir. Ayasofya'nın ibadete açılması önerisi, İslamiyet'in başka dinlerle huzur ve barış içinde yaşayamayacağını, zaten yaşamaması gerektiğini vurgulayan bir öneridir. İslamiyet'in bugün mahalle çocuğu gibi inatçı bir siyaset mi benimsemesi lazım, yoksa diyalog kuran, kucaklayan bir din olması mı gerek?”

Medeniyetler çatışmasına karşı medeniyetler ittifakı
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şevket Pamuk da konuşmasında çatışma zihniyetini aşmanın ve hoşgörüden yana tavır almanın mümkün olduğunu vurguladı ve konuşmasına şöyle devam etti: “Bu coğrafya medeniyetler arasında pek çok çatışma gördü ve görmeye devam ediyor. Bu süreçte içinde bulunduğumuz Yakın Doğu coğrafyasının bize emanet ettiği tarihi ve kültürel varlıklara karşı alacağımız tavır çok önemldiri. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti, çatışmadan yana bir yaklaşım yerine, hoşgörü ve barıştan yana tavır koymalıdır. 1934'te Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesi, kardeşlikten yana bir tavırdır. Erdoğan, 2006'da Zapatero ile birlikte Medeniyetler İttifakı'nın öncülüğünü yapmıştır. Şimdi bu ittifakı yeniden göstermeli ve bir kez daha tüm dünyaya örnek olmalıdır.”

“Ayasofya'yı yerel tutkularımızla sınırlamaya çalışmak haksızlıktır”
İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın Uğur da Angkor Wat ve Machu Picchu gibi dünyaya mal olmuş tarihi yapıtlardan örnek vererek konuşmasına başladı.  “Önce Hindu, sonra Budist inancıyla kurulan Angkor Wat'ta bizim için asıl önemli olan hangi kralın, din adamının baskın çıkarak kime karşı bu eseri yaptırdığından çok, oradaki benzersiz ve büyüleyici ortamdır. Medeniyetler ötesi, mucizevi bir aşkınlık duygusunu ortak insanlık tarihine hayranlık duyarak o anda yaşamamızdır. Esas öne çıkan duygu, o büyük insanlık macerasında olağanüstü bir boyutla yüzyüze olduğumuzu hatırlatmasıdır. Bazı yerler bize, o büyünün bir parçası olduğumuzu hatırlatıyor. Ayasofya da işte böyle bir yerdir. Ayasofya'yı yerel tutkularımız ve çatışmalarımızla sınırlamaya çalışmak haksızlıktır. Kültür ve anlayış açısından fakirleşmedir. Biz hala İstanbul'da zengin bir kültür ortamında yaşıyoruz ama bu gerçeği hep sıradanlığa indirgiyoruz. Bu zenginliğimizi farketmek ve ona sahip çıkmak o sıradanlıktan çıkarıyor bizi.”

“Türkiye'nin dokularına işlemiş bir sorun var ortada”
Mardin Artuklu Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Tanyeli ise, Ayasofya'nın camiye dönüştürülme talebinin ardında köklü bir siyasal kavganın yattığını dile getirdi ve sözlerini şöyle sürdürdü: “Burada belli ki Ayasofya'nın kimse için önemi yoktur maalesef çünkü cami yapılması talebi, gerçekte yıllardır süren Bizans kavgamızdaki açık bir siyasal ve kültürel itişmenin bir tezahürüdür. Çünkü biz İstanbul'u sanki 1000 yıl Bizans başkenti değilmiş, tarihi 1453'te başlamış gibi düşünmekte diretiyoruz. Hayır, öncelikle bu tarihi gerçeği kabul etmeliyiz. Ayasofya bir kiliseydi. Bu gerçeği sık sık inkar etme suretiyle konuşmaya devam edemeyiz artık. Bizans'la barış olmadıkça, bu kavga da devam edecektir. İslam hukukunun incelikli bir yorumunu yaparsak da, Ayasofya'nın vakfedilme sürecinin bile sorunlu olduğunu söylemek zorundayız. Ayasofya'ya dair elimizde bir rehin yok ve saygı göstermemiz gereken çok önemli bir yapıdır. Burada kılıçla ele geçirilmiş bir yapıdan bahsediyoruz. 15. yy'da kılıç hakkından söz etmek normal olabilir ama 21. yy'da aynı dilde konuşuyorsak Ayasofya'nın camileştirilmesinden daha ciddi sorunlarımız vardır. Türkiye için yapısal bir soruna işaret etmektedir camiye dönüştürülmesi talebi. Bugün müze olmasına rağmen Ayasofya'yı resmen çarşı gibi kullanıyoruz. Yani müzeyken bile koruyamadığımız bir yapıyı binlerce insanın girip çıktığı bir camiyken nasıl koruyacağız?”

İmza kampanyası
Sanat ve mimarlık tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Ayasofya'nın müze olarak kalmasını talep eden kampanya, kamuoyu gündemini bir süredir meşgul eden Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılması tartışmaları üzerine 12 Mayıs’ta imzaya açılmış ve kısa sürede aralarında Osmanlı-Türkiye iktisat ve mimarlık tarihi alanında dünya çapında çalışmaları olan tarihçiler, koruma uzmanları, gazeteciler ve kanaat önderlerinin de bulunduğu 1000’i aşkın isim tarafından desteklenmişti.

“Ayasofya müze olarak kalmalıdır” çağrısıyla kamuoyuna ve ilgili kurumlara seslenen kampanyanın metni şöyle:

“Ayasofya, İstanbul ve Türkiye'nin olduğu kadar Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Avrupa'nın başlıca ortak dini, kültürel, sanatsal ve siyasi simgeleri arasında yer almaktadır. Ayasofya'nın müze olarak bütün ziyaretçilerine eşit şekilde açık olması, bu emsalsiz anıtın evrensel değerini yansıtan ve çok katmanlı tarihinin herhangi bir dönemini dışlamadan kucaklayan barışçıl ve kapsayıcı bir davranıştır. Bu güzide eserin İstanbul ve dünya tarihinin ortak mirası olarak yaşatılabilmesi müze statüsünde kalmasına bağlıdır.”

Ayasofya Müzesi
İnsanlık tarihinin baş yapıtlarından biri olarak 15 yüzyıl boyunca ayakta duran Ayasofya, M.S. 532-537 yılları arasında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından İstanbul'un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezinde bir patrik katedrali olarak inşa ettirildi. Bizans İmparatorluk Kilisesi olarak uzun süre işlev gören katedral, 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürüldü ve tam beş asır sonra Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilerek 1935 yılında yerli ve yabancı ziyaretçilere açıldı. Ayasofya Müzesi, bugün her yıl yaklaşık 3.5 milyon turist çekiyor ve Topkapı Sarayı ile birlikte Türkiye'nin en çok ziyaret edilen yapıtları arasında yer alıyor.  

30 Mayıs 2014 Cuma

Ayasofya neden müze olarak kalmalıdır?



Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel Mirası İzleme Platformu, Türkiye'nin önde gelen akademisyenleriyle birlikte, yıllar sonra yeniden alevlenen Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılması tartışmaları üzerine başlattığı “Ayasofya müze olarak kalmalıdır” imza kampanyasını tanıtmak ve konunun kamuoyunda çok yönlü tartışılmasına zemin oluşturmak için bir basın toplantısı ve
panel düzenledi.


Tarih ve kültürel mirasa müdahale ve istismar alanları üzerinde çalışmak, görüş oluşturmak ve eylem geliştirmek amacıyla Tarih Vakfı’nın öncülüğünde oluşturulan Kültürel Mirası İzleme Platformu, toplantıyı Prof. Dr. Engin Akarlı, Prof. Dr. Şevket Pamuk, Prof. Dr. Aydın Uğur, Prof. Dr. Uğur Tanyeli ve Murat Belge ile birlikte gerçekleştirdi.


İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Engin Akarlı,  Ayasofya'nın Türkiye'deki kültürel zenginliklerin en önemli temsilcilerinden biri olduğunu belirterek konuşmasına başladı. Ayasofya'nın farklı estetik değerler ve dinlerin birbiriyle buluştuğu birleştirici bir mekan olduğunu dile getiren Akarlı, “Ortak tarihimize ve kültürümüze sahip çıkmalıyız çünkü bugün Ayasofya zaten müze olarak bile yüce bir maksada hizmet etmektedir ve hem Doğu'yu hem Batı'yı kucaklamaktadır” dedi.


“Tedaviye muhtaç, hastalıklı bir düşünce yapısının uzantısı”
İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi gazeteci-yazar Murat Belge ise, konuşmasını müze-cami tartışmasını politize eden olaylara dayandırarak sosyal psikoloji bağlamında sürdürdü. Bu gerginliğin 1950'li yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti'nin Ayasofya ile ilgili olarak kaleme aldığı saldırgan bir yazıyla başladığını söyleyen Belge, sözlerini şöyle sürdürdü: “O yazıdan sonra Ayasofya, her daim birilerinin gönlünde yatan aslan olarak bir yerlerde durmuş ve zaman zaman alevlenmiştir. O tarihten bu yana ciddi bir rövanş takıntısı vardır. 'Biz vaktiyle dünyaya egemendik, bizi ne hale getirdiler, Ayasofya'yı da elimizden aldılar' gibi kompleksli söylemlerle beslenen hatalı, hastalıklı ve zararlı bir ruh hali hala devam etmektedir. Ayasofya'nın neden cami olmaması gerektiğine dair bir sürü gerekçe sayabilirim ama burada en önemli sorun, 2014'te hala kiliseleri cami yaparak dünyaya kafa tutma mantığının sürmesidir. Bu yaklaşım, intikam isteyen, karşısındakini susturmaya çalışan bir tavrın uzantısıdır; tedaviye muhtaç bir düşünce yapısıdır. Bu, aynı zamanda İslam'ın tavrını da belirlemektedir. Ayasofya'nın ibadete açılması önerisi, İslamiyet'in başka dinlerle huzur ve barış içinde yaşayamayacağını, zaten yaşamaması gerektiğini vurgulayan bir öneridir. İslamiyet'in bugün mahalle çocuğu gibi inatçı bir siyaset mi benimsemesi lazım, yoksa diyalog kuran, kucaklayan bir din olması mı gerek?”

Medeniyetler çatışmasına karşı medeniyetler ittifakı
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şevket Pamuk da konuşmasında çatışma zihniyetini aşmanın ve hoşgörüden yana tavır almanın mümkün olduğunu vurguladı ve konuşmasına şöyle devam etti: “Bu coğrafya medeniyetler arasında pek çok çatışma gördü ve görmeye devam ediyor. Bu süreçte içinde bulunduğumuz Yakın Doğu coğrafyasının bize emanet ettiği tarihi ve kültürel varlıklara karşı alacağımız tavır çok önemldiri. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti, çatışmadan yana bir yaklaşım yerine, hoşgörü ve barıştan yana tavır koymalıdır. 1934'te Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesi, kardeşlikten yana bir tavırdır. Erdoğan, 2006'da Zapatero ile birlikte Medeniyetler İttifakı'nın öncülüğünü yapmıştır. Şimdi bu ittifakı yeniden göstermeli ve bir kez daha tüm dünyaya örnek olmalıdır.”

“Ayasofya'yı yerel tutkularımızla sınırlamaya çalışmak haksızlıktır”
İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Aydın Uğur da Angkor Wat ve Machu Picchu gibi dünyaya mal olmuş tarihi yapıtlardan örnek vererek konuşmasına başladı.  “Önce Hindu, sonra Budist inancıyla kurulan Angkor Wat'ta bizim için asıl önemli olan hangi kralın, din adamının baskın çıkarak kime karşı bu eseri yaptırdığından çok, oradaki benzersiz ve büyüleyici ortamdır. Medeniyetler ötesi, mucizevi bir aşkınlık duygusunu ortak insanlık tarihine hayranlık duyarak o anda yaşamamızdır. Esas öne çıkan duygu, o büyük insanlık macerasında olağanüstü bir boyutla yüzyüze olduğumuzu hatırlatmasıdır. Bazı yerler bize, o büyünün bir parçası olduğumuzu hatırlatıyor. Ayasofya da işte böyle bir yerdir. Ayasofya'yı yerel tutkularımız ve çatışmalarımızla sınırlamaya çalışmak haksızlıktır. Kültür ve anlayış açısından fakirleşmedir. Biz hala İstanbul'da zengin bir kültür ortamında yaşıyoruz ama bu gerçeği hep sıradanlığa indirgiyoruz. Bu zenginliğimizi farketmek ve ona sahip çıkmak o sıradanlıktan çıkarıyor bizi.”

“Türkiye'nin dokularına işlemiş bir sorun var ortada”
Mardin Artuklu Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Tanyeli ise, Ayasofya'nın camiye dönüştürülme talebinin ardında köklü bir siyasal kavganın yattığını dile getirdi ve sözlerini şöyle sürdürdü: “Burada belli ki Ayasofya'nın kimse için önemi yoktur maalesef çünkü cami yapılması talebi, gerçekte yıllardır süren Bizans kavgamızdaki açık bir siyasal ve kültürel itişmenin bir tezahürüdür. Çünkü biz İstanbul'u sanki 1000 yıl Bizans başkenti değilmiş, tarihi 1453'te başlamış gibi düşünmekte diretiyoruz. Hayır, öncelikle bu tarihi gerçeği kabul etmeliyiz. Ayasofya bir kiliseydi. Bu gerçeği sık sık inkar etme suretiyle konuşmaya devam edemeyiz artık. Bizans'la barış olmadıkça, bu kavga da devam edecektir. İslam hukukunun incelikli bir yorumunu yaparsak da, Ayasofya'nın vakfedilme sürecinin bile sorunlu olduğunu söylemek zorundayız. Ayasofya'ya dair elimizde bir rehin yok ve saygı göstermemiz gereken çok önemli bir yapıdır. Burada kılıçla ele geçirilmiş bir yapıdan bahsediyoruz. 15. yy'da kılıç hakkından söz etmek normal olabilir ama 21. yy'da aynı dilde konuşuyorsak Ayasofya'nın camileştirilmesinden daha ciddi sorunlarımız vardır. Türkiye için yapısal bir soruna işaret etmektedir camiye dönüştürülmesi talebi. Bugün müze olmasına rağmen Ayasofya'yı resmen çarşı gibi kullanıyoruz. Yani müzeyken bile koruyamadığımız bir yapıyı binlerce insanın girip çıktığı bir camiyken nasıl koruyacağız?”

İmza kampanyası
Sanat ve mimarlık tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Ayasofya'nın müze olarak kalmasını talep eden kampanya, kamuoyu gündemini bir süredir meşgul eden Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılması tartışmaları üzerine 12 Mayıs’ta imzaya açılmış ve kısa sürede aralarında Osmanlı-Türkiye iktisat ve mimarlık tarihi alanında dünya çapında çalışmaları olan tarihçiler, koruma uzmanları, gazeteciler ve kanaat önderlerinin de bulunduğu 1000’i aşkın isim tarafından desteklenmişti.

“Ayasofya müze olarak kalmalıdır” çağrısıyla kamuoyuna ve ilgili kurumlara seslenen kampanyanın metni şöyle:

“Ayasofya, İstanbul ve Türkiye'nin olduğu kadar Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Avrupa'nın başlıca ortak dini, kültürel, sanatsal ve siyasi simgeleri arasında yer almaktadır. Ayasofya'nın müze olarak bütün ziyaretçilerine eşit şekilde açık olması, bu emsalsiz anıtın evrensel değerini yansıtan ve çok katmanlı tarihinin herhangi bir dönemini dışlamadan kucaklayan barışçıl ve kapsayıcı bir davranıştır. Bu güzide eserin İstanbul ve dünya tarihinin ortak mirası olarak yaşatılabilmesi müze statüsünde kalmasına bağlıdır.”

Ayasofya Müzesi
İnsanlık tarihinin baş yapıtlarından biri olarak 15 yüzyıl boyunca ayakta duran Ayasofya, M.S. 532-537 yılları arasında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından İstanbul'un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezinde bir patrik katedrali olarak inşa ettirildi. Bizans İmparatorluk Kilisesi olarak uzun süre işlev gören katedral, 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürüldü ve tam beş asır sonra Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilerek 1935 yılında yerli ve yabancı ziyaretçilere açıldı. Ayasofya Müzesi, bugün her yıl yaklaşık 3.5 milyon turist çekiyor ve Topkapı Sarayı ile birlikte Türkiye'nin en çok ziyaret edilen yapıtları arasında yer alıyor.  

20 Nisan 2014 Pazar

Alplerden Kafkaslara Kars Peynirciliğinin 150 Yıllık Tarihi




Tarih Vakfı ile Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği ortaklığında;  Serhat Kalkınma Ajansı’nın mali desteğiyle yürütülen Kars Peynirciliğinin Tarihinin Araştırılması ve Yazımı Aracılığıyla Bölgenin Eko-Kültür Turizminin Desteklenmesi Projesi  kapsamında 17 Nisan 2014’de Alplerden Kafkaslara Kars Peynirciliğinin 150 Yıllık Tarihi adlı serginin açılışı etkinliğine eşlik eden basın toplantısı ve panel düzenlendi. Panel, projenin Yekta Ataç tarafından hazırlanan kısa filminin izlenmesiyle başladı. Ardından İlhan Koçulu (Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği Başkanı) ile Gülay Kayacan (Tarih Vakfı Projeler Koordinatörü) panelin açılışını yaptılar ve projenin amacı, hedefleri, alan araştırması, hazırlanan belge/bilgi ve sözlü tarih arşivi, web sitesi, kitap, sergi vb. konular hakkında bilgi verdiler. Beşiktaş Belediyesi Levent Kültür Merkezi’nde düzenlenen etkinliğe gerek sosyalbilimler, ekokültür turizmi,gıda-peynir sektöründen uzman ve uygulayıcıların  gerekse de gurme yazarlarının ilgisi dikkat çekiciydi.


Yüzü aşkın katılımcının izlediği panelde , Alplerden Kafkaslara ve Kars’a uzanan Kars Peynirciliği’nin tarihinin Osmanlı, Rus İşgali ve Cumhuriyet dönemlerindeki öyküsünün ele alındığı birinci oturum Deniz Ünsal (İstanbul Bilgi Üniversitesi) tarafından modere edildi. İsviçre’den gelen konuk Andreas Biggler, İsviçre peynirin tarihi, peynir üreticilerin örgütlenmesi, peynirin pazarlaması ve gençlerin bu alandaki eğitimine ilişkin sunumu dikkat çekti.     Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı ve proje danışma kurulu üyesi Candan Badem Ermenistan, Gürcistan, Rusya ve Osmanlı arşiv belgelerine dayanarak 19. yüzyılda Kars Peynirciliğin tarihini anlattı. Deniz Ünsal ise Kars peynirciliğinin Cumhuriyet dönemindeki serüvenini zavot işleten ailelerin öyküleri ve göç hareketleri üzerinden aktardı. Tarih öğretmeni Tahmaz İskandarov ise Gürcistan’dan Türkiye’ye göç etmeyenlerin Bolşevik devriminden sonra ve Sovyetler Birliği çözüldükten sonraki dönemlerde yaşadıklarını; İsviçre peyniri üreticilerinin 1917’den bugüne durumlarını azınlık olmanın siyasi-sosyal-kültürel güçlükleriyle ilişkilendirerek anlattı.



Kars Peynirciliği’nin geçmişten günümüze uzanan sorun alanlarının ele alındığı ikinci oturumu Tarih Vakfı Genel Müdürü Münevver Eminoğlu modere etti. Proje danışma kurulu üyesi Ahmet Örs, coğrafi koşulların peynire etkisini, peynirin gıda ve gurme olarak değerini çarpıcı örneklerle aktardı. Proje koordinatörü İlhan Koçulu Kars peynirciliğinin kentin markalaşmasındaki ve ekokültür turizmindeki önemini anlatırken SERKA Genel Sekreter Vekili Mehmet Özdoğan kültür varlıklarının yerel ekonomiye katkısı çerçevesinde SERKA’nın politikaları ve programları hakkında bilgi verdi.
 
Panelin sonundaki tartışma en az sunumlar kadar dikkat çekiciydi. Fitoterapi ve bitki uzmanları, tıp hekimleri, süt ve peynir üretisi olan katılımcılar, Alplerden Kafkasya’ya Kars Peynirciliğinin 150 yıllık tarihini kültürel ve toplumsal olarak ele alan çalışmanın önemli bir ihtiyacı karşıladığını ancak bu çalışmanın 21. yüzyılda Kars bölgesinde tehdit altında olan ekobiyolojik denge boyutunu daha kapsamlı içermesi gerektiğini belirttiler.  Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı sürecinde  AB müktesabatına uyumlanma gerekçesiyle Türkiye’deki  süt ve peynir üreticilerine, yerelin ekobiyolojik dengesi ve özellikleriyle örtüşmeyen “hijyenik/ modern üretim standartların” dayatıldığı ve bunun aslında yerelin aleyhine hizmet ettiği belirtildi. Öyle ki benzer olumsuz deneyimin İsviçre’de geçen yüzyılda  yaşandığı vurgulandı: Emmantal ve gravyer üreticilerinin yaşadıkları zorlukları, modern kapitalist sanayileşme sürecinde kırılan ekobiyolojik döngüyü yüzyıl sonra yeniden kurulabilmesi için harcadıkları inanılmaz çaba ve maddi kaynak hatırlatılarak; Kars’da üretilen Kars gravyerinin lezzet deliklerini oluşturan ve peyniri olgunlaştıran bakteri florasının halen var olmasının, ekolojik döngünün henüz bozulmadığına işaret ettiği ifade edildi. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren AB ülkelerine Türkiye’den süt ve süt ürünlerinin satımını  yasaklayan algının tekrar gözden geçirilmesi gerektiği, örneğin Fransa’nın  bazı yerellerinde  Avrupa modern gıda hijyen standartlarının, yerelin ekobiyolojik denge ve özellikleri gözetilerek istisnai uygulamalara gidildiğinin altı çizildi.  Geleneksel ve organik olarak üretilen gravyer, kaşar ve diğer yerel tadları barındıran peynirlerin, üretilebildiği koşulların korunabilmesi için Kars gibi bazı bölgelerin “kültürel peyzaj mirası” olarak dünya kültürel mirası listesinde korunmaya alınması, Türkiye  hükümetinin acilen AB’li yetkilileri bu konuda uyarması, bölgesel kalkınma ajanslarının ivedilikle bu sorunu daha kapsamlı ortaya koyan ve uygulanabilir çözüm önerileri içeren raporlarla yurtiçi ve yurtdışında gündeme getirmesi gerektiği ifade edildi. Katılımcılardan Prof. Dr. Kemal Demirkol’un verdiği çarpıcı istatistikler, Türkiye’de geleneksel-meracılıkla yapılan besi hayvancılığının sona ermesiyle gelecek kuşakların sağlıklarının tehdit altında olduğunu, konunun sadece lezzetlerin korunmasıyla ilgili olmadığını, doğrudan insan sağlığını bozduğunu belirtmesi dikkat çekiciydi.

Alplerden Kafkaslara: Kars Peynirciliğinin 150 Yıllık Tarihi adlı serginin açılışına da ilgi yoğundu. Levent Kültür Merkezi’nde 30 Nisan 2014 tarihine kadar ziyaret edilebilecek serginin mekanını Beşiktaş Belediyesi sağladı. Pano tasarımları gravyer peynir dilimlerinden esinlenerek hazırlanan sergide eski Gravyer üreticisi İsviçreli, Rus, Alman, Malakan, Karapapak ailelerinin hikayeleri yer alıyor. Gravyer ve peynir üretiminde kullanılan eski aletlerden birkaçının yer aldığı sergide, yapılan sözlü tarih görüşmeleri anlatılarının bir kısmından oluşan kısa film de izleyiciyle buluşuyor.

Kars gravyeri ve kaşarının tarihinin yanı sıra  Kars gravyeri ve kaşarının kültürel miras ve gurme değeri, Kars peynirciliği, ekolojik döngü ve tehditler ile ekomüzecilik sergide işlenen diğer temel konular.

16 Nisan 2014 Çarşamba

İsviçre Alpleri’nden Güney Kafkasya'ya Kars peynirciliğinin tarihi



Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği ile Tarih Vakfı, kökleri 19. yüzyıla dayanan Kars peynirciliğinin İsviçre Alpleri’nden Güney Kafkasya'ya uzanan hikâyesini bir panel ve sergiyle
gelecek nesillere aktarıyor.Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği ile Tarih Vakfı ortaklığında yürütülen “Kars Peynirciliğinin Tarihinin Araştırılması ve Yazımı Aracılığıyla Bölgenin Eko-Kültür Turizminin Desteklenmesi (Ref.no:TRA2-13-KUBES-098) Projesi”, Kars peynirciliğinin kıtaları aşan uzun yolculuğuna şahitlik etmek isteyenleri, 17 Nisan Perşembe günü Levent Kültür Merkezi'ne davet ediyor.


Serhat Kalkınma Ajansı (SERKA) 2013 Mali Destek Programı kapsamında desteklenen proje, "Kars Peynirciliğinin Dünü, Bugünü ve Geleceği" paneliyle konunun farklı alanlardan uzmanlarını bir araya getirirken, "Alplerden Kafkaslara - Kars Peynirciliğinin 150 Yıllık Tarihi" adlı sergi de Anadolu'nun bu kültürel mirasının gelecekte de aynı lezzeti ve değeri koruyarak sofralarda yerini almasını sağlayacak farkındalığın artmasını amaçlıyor.

Proje kapsamında yürütülen araştırmalara göre; ismini İsviçre'nin Gruyère kentinden alan ve ülkemizde Kars'la özdeşleşen gravyer peynirinin Anadolu topraklarıyla tanışması; Sanayi Devrimi'ne kadar uzanan ve İsviçre'den yola çıkıp Balkanlar’dan ve Karadeniz'in kuzeyinden geçerek önce Rusya, Kafkasya ve son olarak da Anadolu'ya ulaşan uzun bir yolculuğun ardından gerçekleşiyor.

Sergi: Alplerden Kafkaslara - Kars Peynirciliğinin 150 Yıllık Tarihi
Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği ile Tarih Vakfı'nın, Serhat Kalkınma Ajansı'nın mali desteğiyle Mayıs 2013'ten bu yana sürdürdükleri çalışmasonucunda ortaya çıkan sergi, sofralarda tüketilen Kars gravyeri ve kaşarının bilinmeyen hikâyesini konu alıyor. Anadolu ile Kafkasya'yı birbirine bağlayan bu güzel şehrive insanlarını, kuşaktan kuşağa aktarılan sütçülük ve mandıracılık kültürünü ve Kafkasya'nın isimleri pek az duyulan halklarını izleyicilerle buluşturuyor. 17 Nisan-1 Mayıs 2014 tarihleri arasında açık kalacak olan sergi, her gün 09.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek.

Panel: "Kars Peynirciliğinin Dünü, Bugünü ve Geleceği"
Sergi açılışından önce düzenlenecek panelde, konunun uzmanı tarihçiler, gastronomlar, mandıracılar ve müzeciler eşliğinde Kars peynirciliğinin uzun ve zengin tarihi konuşulacak. Kars peynirinin üretim ve pazar bağlamında günümüzde karşılaştığı sorunlar masaya yatırılacak ve geleceğine dair öneriler sunulacak. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü Direktörü Deniz Ünsal’ın moderatörlük yapacağı panelde, Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Candan Badem, Sabah Gazetesi Köşe Yazarı Ahmet Örs, Emmental Peynir Müzesi girişimcisi Andreas Bigler, SERKA Genel Sekreter Vekili Mehmet Özdoğan, Gürcistan’da Rus Dili ve Edebiyatı öğretmeni ve bağımsız araştırmacı Tamaz İskandarov, SERKA Genel Sekreteri Dr. Hüseyin Tutar ve Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği Başkanı İlhan Koçulu konuşmacı olarak yer alacak.
Gerçekleştirilecek panel ve sergi programının detayları:

Tarih: 17 Nisan 2014, Perşembe
Yer: Beşiktaş Belediyesi Levent Kültür Merkezi (Çalıkuşu Sk. No: 2 Levent, İstanbul)
 
14:00 – 18:00 PANEL
“Kars Peynirciliğinin Dünü, Bugünü ve Geleceği”
Konuşmacılar: Candan Badem, Ahmet Örs, Andreas Bigler, Mehmet Özdoğan, Tamaz İskandarov, Hüseyin Tutar ve İlhan Koçulu.

18.00-19.30 SERGİ
“Alplerden Kafkaslara - Kars Peynirciliğinin 150 Yıllık Tarihi”
17 Nisan – 1 Mayıs 2014 tarihleri arasında açık kalacak sergi her gün 09:00-19:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. *Etkinlikler halka açık ve ücretsizdir.


7 Nisan 2014 Pazartesi

9 Nisan’da Bilgi Üniversitesi santralistanbul Kampüsü’nde

Osmanlı Cephesinde Yeni Bir Şey Var: Cihan Harbi’ne Yeniden Bakmak (1914-1918) Uluslararası Konferansı I. Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı dolayısıyla, Tarih Vakfı ve Orient-Institut İstanbul tarafından düzenlenen uluslararası konferans, 8 – 12 Nisan 2014 tarihleri arasında gerçekleşecek.20. yüzyılı başlatan ve yapan ilk olay olan Cihan Harbi’nin 100. yılında, konuya dair bilginin dayanaklarını gözden geçirmeyi ve son 30 yılda gelişen yeni askeri tarih anlayışıyla da bağlantılı olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı tecrübesine dair yeni araştırmaları bir araya getirmeyi amaçlayan konferansta, 20 oturumda 70’i aşkın bildiri sunulacak.

Benjamin Fortna, Christina Koulouri, Elisabeth Thompson, Engin Akarlı, Eyal Ginio, Fikret Adanır, Fuat Dündar, Hamit Bozarslan, Hans-Lukas Kieser, Heghnar Watenpaugh, Holly Shissler, Margaret Anderson, Mete Tunçay, Mustafa Aksakal, Nathalie Clayer, Oliver Janz, Salim Tamari, Selçuk Esenbel, Şevket Pamuk, Taner Akçam, Wolfgang Gust gibi alanlarının önde gelen isimlerinin katılacağı konferans, 9 Nisan Çarşamba günü saat 9:30’da açılış konuşmalarıyla başlayacak ve 12 Nisan Cumartesi günü 11:00-12:30 arasında gerçekleşecek kapanış paneliyle sona erecek.

Almanya Başkonsolosluğu, konferans katılımcıları için 8 Nisan akşamı Prof. Erik-Jan Zürcher’in konuşma yapacağı bir kapalı resepsiyon düzenleyecek. Ayrıca, I. Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılı dolayısıyla dört yıla yayılmış bir dizi olarak planlanan Thyssen Lectures konferanslar serisinin ikincisi, konferans kapsamında 10 Nisan Perşembe günü saat 11:00-12:30 arasında Prof. Jay Winter tarafından verilecek.

Boğaziçi Üniversitesi, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA), İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi tarafından desteklenen konferans boyunca pek çok yan etkinlik de gerçekleştirilecek: 7 Nisan Pazartesi günü Fransız Kültür Merkezi’nde Tarih Vakfı ve IFEA işbirliğiyle düzenlenen “Lise’de I. Dünya Savaşı’nı Öğretmek: Fransa ve Türkiye Örnekleri” atölyesi;  9 Nisan akşamı Tütün Deposu’nda “Açık Alanlar: I. Dünya Savaşı” sergisi açılışı; 10 Nisan Perşembe saat 19:00’da Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall’de Sema Kaygusuz, Alphan Eşeli, Ahmet Kuyaş, Cüneyt Cebenoyan ve Erol Köroğlu’nun katılımıyla gerçekleşecek “Cihan Harbi Bağlamında Tarih, Temsiliyet ve Sinema” söyleşisi; 12 Nisan Cumartesi günü öğleden sonra Tarabya Askeri Mezarlık’ta Goethe Enstitüsü tarafından düzenlenen  “Bastırılmış ve Unutulmuş” adlı belgesel tiyatro ve 13 Nisan Pazar günü Saint Pulcherie Lisesi’nde Tarih Vakfı ve farklı liselerin işbirliğiyle düzenlenen “Gençler I. Dünya Savaşı’nı Tartışıyor: Farklı Ülkelerin Ders Kitaplarında Cihan Harbi” etkinlikleri gerçekleşecek.