Doğu
Roma (Bizans) imparatoru Justinian'ın iradesi ile beş yıl gibi çok kısa
bir süre içerisinde inşa edilen ve 27 Aralık 537 günü kutsanarak açılışı
yapılan Hagia Sophia Kilisesi, önümüzdeki 27 Aralık'ta 1477. yaşını tamamlayacak.
"Kutsal Bilgelik"e ithaf edilen bu kilise, 916 yıl boyunca Bizans
İmparatorluğu'nun prestij yapısı ve Ortodoks dünyasının merkezi olmuş, kısaca
"Büyük Kilise" (Megale Ekklesia) olarak anılmış; 481 yıl boyunca
İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gözbebeği, sultanların
"Büyük Cami"si (Cami-i Kebir) olarak kullanılmıştır. 79 yıldır ise
Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli 'müze-yapı'sı olarak dünyanın her tarafından
gelen ziyaretçilerin hayranlığını kazanmaya devam etmektedir. Ayasofya, bu kenti
ziyaret edenleri her dönemde en fazla etkileyen sembol olmuş ve insanları adeta
büyülemiş, gerek Bizans döneminde, gerekse Türk döneminde benzer biçimde
efsanelere konu olmuştur.
Ayasofya,
her şeyden önce boyutlarıyla ve mimari kuruluşuyla etkileyicidir. Gerçi
Bizans'ın erken devirlerinde kapladığı alan bakımından Ayasofya'dan daha büyük
bazilikal planlı kiliseler vardır, ancak bunlar üç nefe bölünmüş uzun bir
salona benzerler. O günün dünyasında hiçbir bazilika Ayasofya'nın kubbesinin
boyutunda bir kubbe ile örtülü ve böylesine bütünlüklü bir iç mekâna sahip
değildi. Daha büyük bir kubbe ise Roma kentinde, Panteon'da vardı fakat
silindir biçimli çok kalın bir duvara oturan kubbe sadece 'büyüktü’.
Ayasofya'nın dört büyük paye ile taşınan kubbesi, Panteon'un kubbesinden daha
küçük olsa da yarım kubbeler, tonozlar ve kemerlerden oluşan sofistike bir
sistem sayesinde çok daha geniş bir alanı örtmekte, çok daha etkileyici bir iç
mekân yaratmaktadır. Sürekli taşıyıcı olarak beden duvarına oturan bir kubbeyle
karşılaştırıldığında, yalnızca dört tek taşıyıcıya oturan bu boyutta bir kubbe,
tasarım, teknik ve estetik olarak bir devrim niteliğindedir. Ayasofya'nın
kubbesi, orta nefin yarısını örtüyorsa da iki yarım kubbe ile öyle bir
tamamlanmıştır ki yapının içine girildiğinde bütün iç mekâna hâkim olan bir
kubbe algılanır. Bazilika ise tamamen gizlenmiştir. Bu dâhice tasarım, yapıyı
eşsiz ve etkileyici kılan unsurdur. "Gökyüzünde asılıymış gibi duran"
kubbeden akan ışık selinin bütün duvarları kaplayan mozaik üzerindeki ışık
oyunları, olağanüstü mimari bir tasarım ile birlikte etkileyici bir atmosfer
yaratmaktadır. Ayasofya'nın ziyaretçilerinde iz bırakan ve efsaneleşen yanı,
tek kubbenin altında bütünleşen, entelektüel bir mimari zekâ ile kurgulanmış
çok geniş bir iç mekân ve onun büyüleyici atmosferidir.
Fakat
Ayasofya etkileyici bir yapı olmanın ötesinde bir anlam taşır. Gerçekte bu
anlam ve onu güçlendiren ‘etki’, onu yaptıran imparatorun bilinçli bir
seçimidir. Merkezi kubbe kavramının Roma dünyasının mimari ikonografisinde
imparatorluk ideolojisinin sembolü olarak kullanıldığı bilinen bir husus. Antik
Roma'da Panteon bu ideolojik mesajı kitlelere ilan eden yapıydı. Doğu Roma
İmparatorluğu'nun başkenti olan (Yeni Roma) Konstantinopolis'e de gerçek
işlevinin ötesinde, Panteon'un imparatorluk sembolizmini taşıyacak nitelikte
bir yapı gerekliydi. Yine de Ayasofya salt böyle bir gereksinime yanıt veren,
güçlü bir imparatorun yaptırdığı büyük bir yapı değildir. O, aynı zamanda
"dünyanın yeni merkezini" de işaret etmektedir. Ayasofya'nın
yapılması, Justinian'ın bütün Akdeniz'i ya da o günün bütün dünyasını
yeniden Roma İmparatorluğu altında birleştirme girişimi ile örtüşmektedir ve bu
vizyonun mimarlık alanındaki güçlü bir yansımasıdır. Yapı, büyük bir iddianın
somutlaşmasıdır ve boyutlarının ötesinde, biçimi de bu iddiaya göre
şekillenmiştir. Yeni "Pax Romanum", bütün dünyayı sancağı altında
bütünleştirmekle kalmayacak, tek din altında da toplayacaktır; çünkü o aynı
zamanda bir Hıristiyan imparatorluğudur. Tek Tanrı, tek din, tek imparatorluk
ve tek imparator yeni Pax Romanum'un 6.yy.da dünyaya sunduğu formüldür. Bu
düşünce, Ayasofya'nın görülmemiş büyüklükteki iç mekânını altında bütünleştiren
kubbede cisimleşmekte, bu yapıya giren ve hatta uzaktan, kent surları dışından
gören herkes tarafından en şiddetli biçimde duyumsanmakta, bir mesaj olarak
herkese taşınmaktadır. Her döneminde yapıyı ziyaret edenlerin anlattıkları
izlenimler, bunun en önemli kanıtını oluşturmaktadır.
Ayasofya,
İstanbul ile özdeşleşmiştir. Bizans döneminde bu büyük imparatorluk kilisesi,
Hıristiyanlaşan Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis'i,
hem imparatorluğun hem de Hıristiyan dünyasının merkezi olarak bütün dünyaya
ilan etmektedir. Aynı işlevi kentin İslam döneminde de sürdürmüştür. Camiye
dönüştürülmesi fethin en önemli sembolü haline gelen Ayasofya; İstanbul, İslam
dünyasının ve onu yöneten Osmanlı İmparatorluğu'nun da merkezidir.
Tekrarlanamaz ve aşılamaz olan bu yapı, bu gerçeğin tanrısal bir irade
aracılığıyla tescilidir. Gerçekten de Ayasofya, hem Bizans kaynaklarında hem de
Osmanlı kaynaklarında "tanrısal irade"nin tecellisi olarak
algılanmıştır. (Ayasofya - W. Eugene Kleinbauer, Antony White, Henry Matthews)
Osmanlı
cami mimarisini ve dolayısıyla medeniyetini bu denli şekillendirmiş başka
hiçbir yapı yoktur. Justinian'ın İstanbul'a bıraktığı en büyük eser olan
Ayasofya, kendisinden bin yıl sonra aşılabilmiştir. Plan olarak
Ayasofya’ya oldukça benzemesine rağmen hantal dış cepheye kazandırılan dinamik
yapıyla Süleymaniye, Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya yapısal bir eleştirisi ve
yanıtıdır. Ayasofya ve sonraki yüzyıllarda inşa edilen merkezi kubbeli diğer
yapılarda bir türlü çözülemeyen yapısal ve estetik sorunlar, Sinan’ın
eserlerinde son derece zarif bir biçimde çözüme kavuşturulmuştur. Geçmişteki
biçimlerin yapısal eleştiri yöntemiyle sentezlenip geliştirilmesi ve estetik
olarak kusursuzlaştırılması ise bir sanat eseri olarak Selimiye’yi mümkün
kıldı.
Genç
Türkiye Cumhuriyeti ise Ayasofya'nın mimari, ruhani ve bunların doğal bir
yansıması olarak siyasi mânâsını doğru kavramış ve onu en uygun işlevle,
bir müze olarak bütün insanlığa sunmuştur. Yapının 1 Şubat 1935’de müzeye
dönüştürülmesi; yeni kurulmuş ve yokluklar içerisinde bulunan, fakat bu
toprakları ve insanlarını şekillendiren tüm değerleri ayırt etmeksizin
sahiplenmekte kararlı genç cumhuriyetimizin kendisine olan güveninin en önemli
sembollerinden olmuştur.
Ayasofya’nın
müze olması, bilindiği üzere 24.11.1934 tarihli ve Atatürk’ün de altında imzası
bulunan 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararına dayandırılır. Fakat Yusuf
Halaçoğlu gibi bazı tarihçiler, somut birtakım deliller öne sürerek ilgili
kararnamenin sahte olduğunu, Atatürk öldükten sonra ortaya çıktığını ve
Atatürk’ün aslında böyle bir niyetinin olmadığını iddia etmekte.
Karşı
görüşü savunan tarihçiler ise Ayasofya Kararnamesi sahte dahi olsa, Atatürk’ün
Ayasofya’yı müzeye dönüştürmeyi düşündüğünü ve kendi cumhurbaşkanlığı döneminde
başlatılan bakım-onarım çalışmaları esnasında Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin
7,5 m.
çapındaki sekiz hat levhasının bu nedenle yerlerinden indirildiğini, fakat
boyutlarından ötürü kapılardan geçirilemeyince içeride bakımlarının yapılıp bir
süre sonra tekrar yerlerine asıldığını hatırlatıyor.
İlber
Ortaylı konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Ayasofya bizimdir, tapusu bizim
elimizdedir, tarafımızdan fethedilmiş ve camiye çevrilmiştir. Neden camiye
çevirdik diye de utanacak değiliz, tarihle yüzleşme filan da boş laftır. Burayı
müzeye çevirmek iki din arasındaki çekişmeye son vermek için alınmış yerinde
bir karardır. Ayasofya’nın harika olarak nitelendirilmesinin nedeni Mimar
Sinan’ın yaptığı desteklerdir. Ayrıca Sultan Abdülmecid Han döneminde de
restore edilmiştir. Ayasofya'nın müze olmasında Atatürk'ün imzası taklit edildi
diyenlerden ise ciddi bir kriminal rapor görmedim. Ama Ayasofya'nın müze
olması bizim için iftihar edilecek bir şeydir” demekte.
Bizans,
Latin, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi. Her dönemin ayrı bir Ayasofyası, ayrı
bir hikâyesi var ve aslında Ayasofya insanlığın da uzun bir hikâyesi. Zira
iktidar mücadelelerine, güç, ihtişam ve gösterişe, direniş ve kaybedişe, yağma
ve tahribe, fethe ve daha birçok hadiseye şahitlik eden bu muhteşem mâbedin
işlevi sadece kutsalı barındırmakla kalmadı. Tarihçilerimizden tabii ki Ayasofya
Kararnamesi ile ilgili gerçeği ortaya çıkarmalarını bekliyoruz. Fakat öyle
görülüyor ki Ayasofya, özellikle 1950'lerden itibaren olduğu
gibi herhalükarda zaman zaman gündeme gelmeye devam edecek. Ayasofya’nın
müze olarak kalmasına yapılan itirazlar özellikle iki nedene dayandırılmakta.
Hz. Muhammed’in İstanbul ile ilgili hadisi ve Fatih Sultan Mehmet Han'ın
vasiyeti.
Hadiste
anlatılanlar doğru ise o dönemde dünyanın oldukça önemli bir uygarlık merkezi
olarak görüldüğü için Hz. Muhammed özellikle İstanbul’u işaret etmiş
olmalı. İslam, tüm kâinatı en ince ayrıntısına kadar tasarlayabilecek
kudrete sahip bir Yaratıcının, insan elinden çıkma herhangi bir mâbede ihtiyacı
olmadığını açık bir biçimde vurgular. Bildiğimiz üzere Mescid-i Haram, Mescid-i
Nebevî ve Mescid-i Aksa dışında kalan tüm mescit ve camiler İslam fıkhına göre
eşit hükümdedir. Şehrin 15.yy.da Osmanlılar tarafından fethi ise Müslümanlar
açısından Hıristiyanlığın İslamiyet’e teslimiyetinin
sembolüdür. Bugün tüm İslam âleminin olduğu gibi, Türkiye’nin de
odaklanması gereken çok daha ciddi yapısal bozuklukları ve sorunları varken,
ayrıca gurur duyabileceğimiz Süleymaniye, Selimiye ya da Sultanahmet gibi
muazzam selâtin camilerine de sahip olduğumuz halde, ‘Hıristiyan Batı’ya karşı
üstünlüğü 561 yıl önceki bir olaya, yani Ayasofya’nın camiye çevrilmesine
indirgemek, İslam’a yapılmış büyük bir haksızlık olur. Kaldı ki “Ağlama
Duvarı”na benzer bir işlev üstlenecek herhangi bir yapıya Müslümanların
ihtiyacı olmamalı.
Fatih
Sultan Mehmet Han'ın İstanbul’u aldıktan sonra Ayasofya’yı kiliseden camiye
çevirmesi dönemin şartlarında Osmanlı için son derece doğru bir harekettir. Bu
sayede yapının zaman içerisinde bakımsızlıktan yıkılmasının da önüne geçildi.
Fakat Fatih, Bizans mirasını hiçbir zaman bugün yapmaya çalıştığımız gibi
reddetmedi. Sultan II. Mehmet Han; Roma İmparatorluğu’na son vermemiş, bilakis
onu devralmıştır. Devrin Türk vak'a nuvisî İbn-i Kemal, Padişah II. Mehmed'in
Roma tahtını benimsediğini ve bu nedenle eski imparatorların kanını taşıyan
bütün Bizans soyluların idam ettirdiğini yazar. Unutmayalım ki Osmanlı hanedanı
Kantakuzinos’larla da akrabaydı. Sultan Orhan, İonnis Kantakuzinos'un kızı
Theodora ile evlenmiştir. Sultan Murad'ın annesi de başka bir Hıristiyan
prenses Holofero (Nilüfer Hatun) idi. Saray yaşamı ve devlet kültürü İran ile
benzerlikler göstermekle birlikte, bir Roma Sezarınkini de andırıyordu
(İnalcık, "II. Mehmed", İslam Ansiklopedisi, s. 514). Ama hepsinden
önemlisi Fatih'in Roma Kayseri (Kayser-i Rum) unvanını kullanmasıdır. Fatih’in
ceza kanunnamesi hükümleri Justinian'ın hukuk kanunlarına oldukça
yakındır. Bütün dinlerin mensuplarının hükümdarı olarak Fatih, Patrik
Gennadios'a Hıristiyan dini üzerine bir kitap yazmasını da emreder. İtikadname,
bu alanda kalıcı bir müracaat kitabı oldu (İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı).
Gentile Bellini’ye portresini yaptırmış olması da Fatih’in klasik
‘Müslüman Hükümdar’ kalıbına sığmadığını gösteriyor.
İstanbul'da
inşa edilmiş ilk Hıristiyan mâbedi olan "Havariyun" yani Havariler
Kilisesi, bugün Fatih Camii'nin olduğu alanda bulunuyordu. İstanbul'un kurucusu
olduğuna ve şehre ismini verdiğine inanılan İmparator Konstantin de 337'deki
ölümünden sonra buraya defnedilmişti. 13. yüzyıldaki Latin işgali sırasında
yağmalanan kilise fetih sırasında bir hayalet bina halindeydi ve Fatih, kendi
ismini taşıyacak olan caminin, kilisenin yerine inşa edilmesini, öldüğünde de
caminin avlusuna defnedilmeyi istedi. Hükümdarın arzusunun sebebi hâlâ
tartışılıyor ve en kuvvetli görüş, Fatih'in kendisini "Osmanlı
Hükümdarı" değil, "Roma İmparatoru" olarak görmesi ve "Yeni
Roma" olan Bizans'ın kurucusu Konstantin ile aynı yerde yatma arzusu. O
devirdeki ismi "Diyâr-ı Rum" yani "Roma ülkesi" olan
Anadolu ile "Yeni Roma"nın mutlak hâkimi bu sayede fethine meşruiyet
kazandırırken, bir yerde de kendisinin "Roma'nın son imparatoru"
olduğunu ilân ediyordu. Devlet-i Alliye'nin başkenti, fetihten sonra da
“Konstantiniye” olarak kurucusunun adını yüzlerce sene taşımaya devam etti
ve Fatih, ebedi uykusunu bugün bir zamanlar İmparator Konstantin'in
defnedildiği mekânda uyuyor. 4.yy.da Hıristiyanlığı kanunen en büyük suç
olmaktan çıkaran ve böylece Ayasofya gibi yüzlerce sene emsalsiz kalan bir
mabedin yapılmasının da önünü açan Konstantin'in kemiklerinin kaybolmasının
üzerinden asırlar geçti, fakat Fatih'in mumyalanmış cesedi hala yerinde.
Meseleyi
özellikle Fatih’in vasiyetine dayandırmak, onu Büyük İskender ya da Atatürk
gibi tarihte çok önemli kırılmalara yol açan bir deha yapan asıl özelliklerinin
göz ardı edilmesine yol açmamalı. Fatih'i tüm yönleriyle anlamaya çalışmak
yerine, sadece tek bir özelliği üzerinden yaratılan bir tasavvurla neredeyse
600 sene önceki bir başarıya duyulan bu denli yoğun bir özlemin sebepleri ise
bizce iyi irdelenmeli. Fatih'in talimatıyla kurulan ve yerine otel, AVM, yat
limanı vs. yapılmak üzere özelleştirilen tarihi Haliç Tersaneleri ya da
Arapların, yerlerine son derece rüküş ve estetikten yoksun lüks oteller,
AVM’ler yapmak üzere yıktıkları Osmanlı eserleri için neden benzer tepkiler
gösterilmediğini hepimizin düşünmesi lazım.
Din
tarım imparatorluklarında güç gösterisi, toprakların, sahip olunan
mücevherlerin ve mâbedlerin büyüklüğü üzerinden yürüyordu. Fakat zaman
değişiyor. Günümüzde güç gösterileri, bilim, sanayi, bilişim, teknoloji, sanat,
bir ülkenin insanlarına verdiği değer gibi çok farklı alanlarda icra ediliyor.
Bugün tek bir kişinin kafasında taşıdığı bilgi, tüm Türkiye’nin yıllık
ihracatının kat ve kat üzerinde bir değere yani güce sahip olabiliyor. Osmanlı
dünyadaki değişimi kavrayabilseydi, imparatorluk parçalanırken kurtuluşu nafile
bir şekilde yüzlerce sene geriye giderek, “Kuruluş” dönemine dönmeye çalışmakta
aramazdı. Roma da çökerken suçu benzer şekilde geleneklerden ve ataların
inançlarından uzaklaşmış olmakta aramıştı. İstanbul Osmanlılar tarafından
fethedilmek üzereyken ise bilindiği üzere Ayasofya’da meleklerin erkek mi yoksa
dişi mi olduğunun tartışıldığı ileri sürülür hep.
Fakat
güç gösterilerinin, günümüzde hala bir teselli aracı olarak
mâbedler üzerinden yürütülmeye çalışılması tek taraflı bir olgu değil.
Ayasofya’nın tekrar kilise olarak açılması sağlanmadan Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne kesinlikle alınmaması gerektiğini iddia eden oluşumlar hepimizin
malumu.
Fatih
döneminde inşa edilen, 1687'de
Atina'yı işgal eden Venedikli Morozi tarafından Katolik kilisesine
dönüştürülen, Atina tekrar Osmanlıların eline geçince Yunanistan'ın
bağımsızlığını kazandığı 1824'e kadar yine cami olarak kullanılan ve 1935
yılında yıktırılmak istenen, ancak dönemin Türk hükümetinin girişimleri sonucu
bundan vazgeçilen ve Atina'daki en eski Osmanlı eseri olarak bilinen Fethiye
Camii’nin ibadete açılmasının sözkonusu edilmesine dahi izin verilmediği halde,
restorasyonunun bile çok ciddi itirazlarla karşılaşmış olması doğal olarak
uluslararası ilişkilerde belirleyici bir husus olarak "Mütekabiliyet
ilkesini" hatırlatmakta. Yunan hükümetinin Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına
karşılık Atina'daki Fethiye Camisi'nin açılması teklifini şiddetle reddettiğini
biliyoruz. Striptiz kulübü yapılan camilerin yanı sıra, 15. yy.da inşa edilen
ve bir minaresi Mimar Sinan’ın eseri olan Arta’daki Faik Paşa Camii ise 1976
yılına kadar genelev olarak kullanılmıştı (Tarihi, Hukuki, Toplumsal
Boyutlarıyla Mübadele. Dr. Neval Konuk - İstanbul Barosu Yayınları. Mayıs
2012).
Türk
Tarih Kurumu’nun 2003'te başlattığı dünyaya yayılan Türk kültür varlıklarını
tespit çalışması doğrultusunda yıllardır yapılan tüm başvurulara rağmen, sadece
Yunanistan Türkiye'den uzmanların tarihi ve kültürel varlıkları araştırmasına
izin vermedi. Osmanlı’nın Balkan topraklarındaki ilk ve en büyük camisi olarak
bilinen ve Batı Trakya Türk idaresinden çıktıktan sonra Dimetoka’daki
Müslüman cemaatin kullanımına izin verilmeyen Çelebi Sultan Mehmed Camii ise
bakımsızlıktan yıkılıyor. Macaristan'da Osmanlı'dan kalan en büyük eser olan
Gazi Kasım Paşa Camii ya da Sofya’da 1528 yılında Kanunî Sultan Süleyman’ın
emri ile Mimar Sinan tarafından yapılan Kara Camii de kilise olarak
kullanılmakta. İspanya’daki Kurtuba Camii’nin içine ise bir katedral yapıldı ve
kimi zaman ziyaretçiler ayin olduğu gerekçesiyle içeri sokulmaz. Giralda çan
kulesiyle birlikte Sevilla Katedrali'nin de evveliyatında bir Endülüs
Camii var.
Başka
dinlere mensup toplumların, tarihi ve sanatsal değerleri olmasına rağmen İslam
mâbedlerine karşı göstermedikleri yaklaşımı Ayasofya’ya karşı bizim
göstermemizi beklemenin itirazlarla karşılaşması anlaşılır bir durum. Ama konunun
uzmanı olarak kabul edilen birçok isim, 1930'ların siyasî mülâhazaları
neticesinde müze haline getirilmiş olan ibadethanenin yeniden cami yapılmasının
sadece bir hükümet kararından ibaret bulunmadığı, uluslararası bir mesele
kimliği taşıdığı ve şimdi böyle bir kararı alıp uygulamanın da çok zor ve
nerede ise imkânsız olduğu görüşünde birleşmekte.
Ayasofya’nın
müzeye dönüştürülmesi farklı nedenlere dayandırılabilse dahi, şu an tekrar cami
yapılmasıyla sözkonusu küresel finans sistemine karşı sembolik de olsa bir
itiraz, bağımsızlık ve irade beyanında bulunulacağına inananlar var. Fakat
inançların, medeniyetlerin başarısını bir ibadethaneye indirgemenin hiç
kimseye, hiçbir getirisi olmadığını tarih bize sayısız kez göstermiştir.
Trabzon ve İznik Ayasofyalarını yeniden camiye dönüştürmüş olmamızın kime,
ne tür bir üstünlük sağladığını düşünmeliyiz. Tümüyle kendi iradesini
uygulayabilecek kadar güçlü ve bağımsız bir Türkiye’nin ise günümüzde sembolik
olmaktan öteye gidemeyecek bu tür hareketlere ihtiyaç duymayacağına inanıyoruz.
Tarih
boyunca üç imparatorluğa ev sahipliği yapmış olan İstanbul, kültürlerin
harmanlandığı bir kent. Doğu’yu, Batı’ya; Kuzey’i Güney’e bağlayan bu muazzam
kapıdan geçen herkes kendisinden bir şeyler bıraktı. Bırakılanlar iç içe geçti,
birbirine karıştı ve ortaya çok katmanlı, derin ve fevkalade zengin olan
emsalsiz bir miras çıktı. İşte tam bu noktada, Ayasofya’nın anlam ve önemi su
yüzüne çıkıyor. Ayasofya, fetih sonrasında Osmanlıların şehrin eski
sahiplerine gösterdiği saygının en büyük simgesi olmasının yanında,
Osmanlıların İstanbul’a kazandırdığı yapılarla arasındaki organik bağ ile aynı
zamanda sürekliliğin de sembolü. İstanbul’un iç içe geçmiş, birbirine karışmış
ve çok katmanlı yapısının en görkemli yansımasıdır Ayasofya. Bizans’ın kilise
olarak inşa ettiği, Osmanlılara miras kalan ve cami olarak kullanılan
Ayasofya’nın tarihinde yaşadığı kırılmaların altındaki sürekliliğin,
İstanbul’un çok kültürlü yapısına uygun bir şekilde “müze” olarak vurgulanması
bizce doğru ve bir o kadar da anlamlı bir yaklaşım.
Kamuoyuna
saygıyla duyurulur,
TUREB