TUREB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TUREB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2014 Cuma

Donation For The (Ayasofya) Mosque


Doğu Roma (Bizans) imparatoru Justinian'ın iradesi ile beş yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde inşa edilen ve 27 Aralık 537 günü kutsanarak açılışı yapılan Hagia Sophia Kilisesi, önümüzdeki 27 Aralık'ta 1477. yaşını tamamlayacak. "Kutsal Bilgelik"e ithaf edilen bu kilise, 916 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu'nun prestij yapısı ve Ortodoks dünyasının merkezi olmuş, kısaca "Büyük Kilise" (Megale Ekklesia) olarak anılmış; 481 yıl boyunca İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gözbebeği, sultanların "Büyük Cami"si (Cami-i Kebir) olarak kullanılmıştır. 79 yıldır ise Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli 'müze-yapı'sı olarak dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin hayranlığını kazanmaya devam etmektedir. Ayasofya, bu kenti ziyaret edenleri her dönemde en fazla etkileyen sembol olmuş ve insanları adeta büyülemiş, gerek Bizans döneminde, gerekse Türk döneminde benzer biçimde efsanelere konu olmuştur.

Ayasofya, her şeyden önce boyutlarıyla ve mimari kuruluşuyla etkileyicidir. Gerçi Bizans'ın erken devirlerinde kapladığı alan bakımından Ayasofya'dan daha büyük bazilikal planlı kiliseler vardır, ancak bunlar üç nefe bölünmüş uzun bir salona benzerler. O günün dünyasında hiçbir bazilika Ayasofya'nın kubbesinin boyutunda bir kubbe ile örtülü ve böylesine bütünlüklü bir iç mekâna sahip değildi. Daha büyük bir kubbe ise Roma kentinde, Panteon'da vardı fakat silindir biçimli çok kalın bir duvara oturan kubbe sadece 'büyüktü’. Ayasofya'nın dört büyük paye ile taşınan kubbesi, Panteon'un kubbesinden daha küçük olsa da yarım kubbeler, tonozlar ve kemerlerden oluşan sofistike bir sistem sayesinde çok daha geniş bir alanı örtmekte, çok daha etkileyici bir iç mekân yaratmaktadır. Sürekli taşıyıcı olarak beden duvarına oturan bir kubbeyle karşılaştırıldığında, yalnızca dört tek taşıyıcıya oturan bu boyutta bir kubbe, tasarım, teknik ve estetik olarak bir devrim niteliğindedir. Ayasofya'nın kubbesi, orta nefin yarısını örtüyorsa da iki yarım kubbe ile öyle bir tamamlanmıştır ki yapının içine girildiğinde bütün iç mekâna hâkim olan bir kubbe algılanır. Bazilika ise tamamen gizlenmiştir. Bu dâhice tasarım, yapıyı eşsiz ve etkileyici kılan unsurdur. "Gökyüzünde asılıymış gibi duran" kubbeden akan ışık selinin bütün duvarları kaplayan mozaik üzerindeki ışık oyunları, olağanüstü mimari bir tasarım ile birlikte etkileyici bir atmosfer yaratmaktadır. Ayasofya'nın ziyaretçilerinde iz bırakan ve efsaneleşen yanı, tek kubbenin altında bütünleşen, entelektüel bir mimari zekâ ile kurgulanmış çok geniş bir iç mekân ve onun büyüleyici atmosferidir.

Fakat Ayasofya etkileyici bir yapı olmanın ötesinde bir anlam taşır. Gerçekte bu anlam ve onu güçlendiren ‘etki’, onu yaptıran imparatorun bilinçli bir seçimidir. Merkezi kubbe kavramının Roma dünyasının mimari ikonografisinde imparatorluk ideolojisinin sembolü olarak kullanıldığı bilinen bir husus. Antik Roma'da Panteon bu ideolojik mesajı kitlelere ilan eden yapıydı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olan (Yeni Roma) Konstantinopolis'e de gerçek işlevinin ötesinde, Panteon'un imparatorluk sembolizmini taşıyacak nitelikte bir yapı gerekliydi. Yine de Ayasofya salt böyle bir gereksinime yanıt veren, güçlü bir imparatorun yaptırdığı büyük bir yapı değildir. O, aynı zamanda "dünyanın yeni merkezini" de işaret etmektedir. Ayasofya'nın yapılması, Justinian'ın bütün Akdeniz'i ya da o günün bütün dünyasını yeniden Roma İmparatorluğu altında birleştirme girişimi ile örtüşmektedir ve bu vizyonun mimarlık alanındaki güçlü bir yansımasıdır. Yapı, büyük bir iddianın somutlaşmasıdır ve boyutlarının ötesinde, biçimi de bu iddiaya göre şekillenmiştir. Yeni "Pax Romanum", bütün dünyayı sancağı altında bütünleştirmekle kalmayacak, tek din altında da toplayacaktır; çünkü o aynı zamanda bir Hıristiyan imparatorluğudur. Tek Tanrı, tek din, tek imparatorluk ve tek imparator yeni Pax Romanum'un 6.yy.da dünyaya sunduğu formüldür. Bu düşünce, Ayasofya'nın görülmemiş büyüklükteki iç mekânını altında bütünleştiren kubbede cisimleşmekte, bu yapıya giren ve hatta uzaktan, kent surları dışından gören herkes tarafından en şiddetli biçimde duyumsanmakta, bir mesaj olarak herkese taşınmaktadır. Her döneminde yapıyı ziyaret edenlerin anlattıkları izlenimler, bunun en önemli kanıtını oluşturmaktadır.

Ayasofya, İstanbul ile özdeşleşmiştir. Bizans döneminde bu büyük imparatorluk kilisesi, Hıristiyanlaşan Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis'i, hem imparatorluğun hem de Hıristiyan dünyasının merkezi olarak bütün dünyaya ilan etmektedir. Aynı işlevi kentin İslam döneminde de sürdürmüştür. Camiye dönüştürülmesi fethin en önemli sembolü haline gelen Ayasofya; İstanbul, İslam dünyasının ve onu yöneten Osmanlı İmparatorluğu'nun da merkezidir. Tekrarlanamaz ve aşılamaz olan bu yapı, bu gerçeğin tanrısal bir irade aracılığıyla tescilidir. Gerçekten de Ayasofya, hem Bizans kaynaklarında hem de Osmanlı kaynaklarında "tanrısal irade"nin tecellisi olarak algılanmıştır. (Ayasofya - W. Eugene Kleinbauer, Antony White, Henry Matthews)

Osmanlı cami mimarisini ve dolayısıyla medeniyetini bu denli şekillendirmiş başka hiçbir yapı yoktur. Justinian'ın İstanbul'a bıraktığı en büyük eser olan Ayasofya, kendisinden bin yıl sonra aşılabilmiştir. Plan olarak Ayasofya’ya oldukça benzemesine rağmen hantal dış cepheye kazandırılan dinamik yapıyla Süleymaniye, Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya yapısal bir eleştirisi ve yanıtıdır. Ayasofya ve sonraki yüzyıllarda inşa edilen merkezi kubbeli diğer yapılarda bir türlü çözülemeyen yapısal ve estetik sorunlar, Sinan’ın eserlerinde son derece zarif bir biçimde çözüme kavuşturulmuştur. Geçmişteki biçimlerin yapısal eleştiri yöntemiyle sentezlenip geliştirilmesi ve estetik olarak kusursuzlaştırılması ise bir sanat eseri olarak Selimiye’yi mümkün kıldı.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ise Ayasofya'nın mimari, ruhani ve bunların doğal bir yansıması olarak siyasi mânâsını doğru kavramış ve onu en uygun işlevle, bir müze olarak bütün insanlığa sunmuştur. Yapının 1 Şubat 1935’de müzeye dönüştürülmesi; yeni kurulmuş ve yokluklar içerisinde bulunan, fakat bu toprakları ve insanlarını şekillendiren tüm değerleri ayırt etmeksizin sahiplenmekte kararlı genç cumhuriyetimizin kendisine olan güveninin en önemli sembollerinden olmuştur.

Ayasofya’nın müze olması, bilindiği üzere 24.11.1934 tarihli ve Atatürk’ün de altında imzası bulunan 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararına dayandırılır. Fakat Yusuf Halaçoğlu gibi bazı tarihçiler, somut birtakım deliller öne sürerek ilgili kararnamenin sahte olduğunu, Atatürk öldükten sonra ortaya çıktığını ve Atatürk’ün aslında böyle bir niyetinin olmadığını iddia etmekte.

Karşı görüşü savunan tarihçiler ise Ayasofya Kararnamesi sahte dahi olsa, Atatürk’ün Ayasofya’yı müzeye dönüştürmeyi düşündüğünü ve kendi cumhurbaşkanlığı döneminde başlatılan bakım-onarım çalışmaları esnasında Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin 7,5 m. çapındaki sekiz hat levhasının bu nedenle yerlerinden indirildiğini, fakat boyutlarından ötürü kapılardan geçirilemeyince içeride bakımlarının yapılıp bir süre sonra tekrar yerlerine asıldığını hatırlatıyor.

İlber Ortaylı konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Ayasofya bizimdir, tapusu bizim elimizdedir, tarafımızdan fethedilmiş ve camiye çevrilmiştir. Neden camiye çevirdik diye de utanacak değiliz, tarihle yüzleşme filan da boş laftır. Burayı müzeye çevirmek iki din arasındaki çekişmeye son vermek için alınmış yerinde bir karardır. Ayasofya’nın harika olarak nitelendirilmesinin nedeni Mimar Sinan’ın yaptığı desteklerdir. Ayrıca Sultan Abdülmecid Han döneminde de restore edilmiştir. Ayasofya'nın müze olmasında Atatürk'ün imzası taklit edildi diyenlerden ise ciddi bir kriminal rapor görmedim. Ama Ayasofya'nın müze olması bizim için iftihar edilecek bir şeydir” demekte.

Bizans, Latin, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi. Her dönemin ayrı bir Ayasofyası, ayrı bir hikâyesi var ve aslında Ayasofya insanlığın da uzun bir hikâyesi. Zira iktidar mücadelelerine, güç, ihtişam ve gösterişe, direniş ve kaybedişe, yağma ve tahribe, fethe ve daha birçok hadiseye şahitlik eden bu muhteşem mâbedin işlevi sadece kutsalı barındırmakla kalmadı. Tarihçilerimizden tabii ki Ayasofya Kararnamesi ile ilgili gerçeği ortaya çıkarmalarını bekliyoruz. Fakat öyle görülüyor ki Ayasofya, özellikle 1950'lerden itibaren olduğu gibi herhalükarda zaman zaman gündeme gelmeye devam edecek. Ayasofya’nın müze olarak kalmasına yapılan itirazlar özellikle iki nedene dayandırılmakta. Hz. Muhammed’in İstanbul ile ilgili hadisi ve Fatih Sultan Mehmet Han'ın vasiyeti.

Hadiste anlatılanlar doğru ise o dönemde dünyanın oldukça önemli bir uygarlık merkezi olarak görüldüğü için Hz. Muhammed özellikle İstanbul’u işaret etmiş olmalı. İslam, tüm kâinatı en ince ayrıntısına kadar tasarlayabilecek kudrete sahip bir Yaratıcının, insan elinden çıkma herhangi bir mâbede ihtiyacı olmadığını açık bir biçimde vurgular. Bildiğimiz üzere Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa dışında kalan tüm mescit ve camiler İslam fıkhına göre eşit hükümdedir. Şehrin 15.yy.da Osmanlılar tarafından fethi ise Müslümanlar açısından Hıristiyanlığın İslamiyet’e teslimiyetinin sembolüdür. Bugün tüm İslam âleminin olduğu gibi, Türkiye’nin de odaklanması gereken çok daha ciddi yapısal bozuklukları ve sorunları varken, ayrıca gurur duyabileceğimiz Süleymaniye, Selimiye ya da Sultanahmet gibi muazzam selâtin camilerine de sahip olduğumuz halde, ‘Hıristiyan Batı’ya karşı üstünlüğü 561 yıl önceki bir olaya, yani Ayasofya’nın camiye çevrilmesine indirgemek, İslam’a yapılmış büyük bir haksızlık olur. Kaldı ki “Ağlama Duvarı”na benzer bir işlev üstlenecek herhangi bir yapıya Müslümanların ihtiyacı olmamalı.

Fatih Sultan Mehmet Han'ın İstanbul’u aldıktan sonra Ayasofya’yı kiliseden camiye çevirmesi dönemin şartlarında Osmanlı için son derece doğru bir harekettir. Bu sayede yapının zaman içerisinde bakımsızlıktan yıkılmasının da önüne geçildi. Fakat Fatih, Bizans mirasını hiçbir zaman bugün yapmaya çalıştığımız gibi reddetmedi. Sultan II. Mehmet Han; Roma İmparatorluğu’na son vermemiş, bilakis onu devralmıştır. Devrin Türk vak'a nuvisî İbn-i Kemal, Padişah II. Mehmed'in Roma tahtını benimsediğini ve bu nedenle eski imparatorların kanını taşıyan bütün Bizans soyluların idam ettirdiğini yazar. Unutmayalım ki Osmanlı hanedanı Kantakuzinos’larla da akrabaydı. Sultan Orhan, İonnis Kantakuzinos'un kızı Theodora ile evlenmiştir. Sultan Murad'ın annesi de başka bir Hıristiyan prenses Holofero (Nilüfer Hatun) idi. Saray yaşamı ve devlet kültürü İran ile benzerlikler göstermekle birlikte, bir Roma Sezarınkini de andırıyordu (İnalcık, "II. Mehmed", İslam Ansiklopedisi, s. 514). Ama hepsinden önemlisi Fatih'in Roma Kayseri (Kayser-i Rum) unvanını kullanmasıdır. Fatih’in ceza kanunnamesi hükümleri Justinian'ın hukuk kanunlarına oldukça yakındır. Bütün dinlerin mensuplarının hükümdarı olarak Fatih, Patrik Gennadios'a Hıristiyan dini üzerine bir kitap yazmasını da emreder. İtikadname, bu alanda kalıcı bir müracaat kitabı oldu (İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı). Gentile Bellini’ye portresini yaptırmış olması da Fatih’in klasik ‘Müslüman Hükümdar’ kalıbına sığmadığını gösteriyor.

İstanbul'da inşa edilmiş ilk Hıristiyan mâbedi olan "Havariyun" yani Havariler Kilisesi, bugün Fatih Camii'nin olduğu alanda bulunuyordu. İstanbul'un kurucusu olduğuna ve şehre ismini verdiğine inanılan İmparator Konstantin de 337'deki ölümünden sonra buraya defnedilmişti. 13. yüzyıldaki Latin işgali sırasında yağmalanan kilise fetih sırasında bir hayalet bina halindeydi ve Fatih, kendi ismini taşıyacak olan caminin, kilisenin yerine inşa edilmesini, öldüğünde de caminin avlusuna defnedilmeyi istedi. Hükümdarın arzusunun sebebi hâlâ tartışılıyor ve en kuvvetli görüş, Fatih'in kendisini "Osmanlı Hükümdarı" değil, "Roma İmparatoru" olarak görmesi ve "Yeni Roma" olan Bizans'ın kurucusu Konstantin ile aynı yerde yatma arzusu. O devirdeki ismi "Diyâr-ı Rum" yani "Roma ülkesi" olan Anadolu ile "Yeni Roma"nın mutlak hâkimi bu sayede fethine meşruiyet kazandırırken, bir yerde de kendisinin "Roma'nın son imparatoru" olduğunu ilân ediyordu. Devlet-i Alliye'nin başkenti, fetihten sonra da “Konstantiniye” olarak kurucusunun adını yüzlerce sene taşımaya devam etti ve Fatih, ebedi uykusunu bugün bir zamanlar İmparator Konstantin'in defnedildiği mekânda uyuyor. 4.yy.da Hıristiyanlığı kanunen en büyük suç olmaktan çıkaran ve böylece Ayasofya gibi yüzlerce sene emsalsiz kalan bir mabedin yapılmasının da önünü açan Konstantin'in kemiklerinin kaybolmasının üzerinden asırlar geçti, fakat Fatih'in mumyalanmış cesedi hala yerinde.

Meseleyi özellikle Fatih’in vasiyetine dayandırmak, onu Büyük İskender ya da Atatürk gibi tarihte çok önemli kırılmalara yol açan bir deha yapan asıl özelliklerinin göz ardı edilmesine yol açmamalı. Fatih'i tüm yönleriyle anlamaya çalışmak yerine, sadece tek bir özelliği üzerinden yaratılan bir tasavvurla neredeyse 600 sene önceki bir başarıya duyulan bu denli yoğun bir özlemin sebepleri ise bizce iyi irdelenmeli. Fatih'in talimatıyla kurulan ve yerine otel, AVM, yat limanı vs. yapılmak üzere özelleştirilen tarihi Haliç Tersaneleri ya da Arapların, yerlerine son derece rüküş ve estetikten yoksun lüks oteller, AVM’ler yapmak üzere yıktıkları Osmanlı eserleri için neden benzer tepkiler gösterilmediğini hepimizin düşünmesi lazım.

Din tarım imparatorluklarında güç gösterisi, toprakların, sahip olunan mücevherlerin ve mâbedlerin büyüklüğü üzerinden yürüyordu. Fakat zaman değişiyor. Günümüzde güç gösterileri, bilim, sanayi, bilişim, teknoloji, sanat, bir ülkenin insanlarına verdiği değer gibi çok farklı alanlarda icra ediliyor. Bugün tek bir kişinin kafasında taşıdığı bilgi, tüm Türkiye’nin yıllık ihracatının kat ve kat üzerinde bir değere yani güce sahip olabiliyor. Osmanlı dünyadaki değişimi kavrayabilseydi, imparatorluk parçalanırken kurtuluşu nafile bir şekilde yüzlerce sene geriye giderek, “Kuruluş” dönemine dönmeye çalışmakta aramazdı. Roma da çökerken suçu benzer şekilde geleneklerden ve ataların inançlarından uzaklaşmış olmakta aramıştı. İstanbul Osmanlılar tarafından fethedilmek üzereyken ise bilindiği üzere Ayasofya’da meleklerin erkek mi yoksa dişi mi olduğunun tartışıldığı ileri sürülür hep.

Fakat güç gösterilerinin, günümüzde hala bir teselli aracı olarak mâbedler üzerinden yürütülmeye çalışılması tek taraflı bir olgu değil. Ayasofya’nın tekrar kilise olarak açılması sağlanmadan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kesinlikle alınmaması gerektiğini iddia eden oluşumlar hepimizin malumu.

Fatih döneminde inşa edilen, 1687'de Atina'yı işgal eden Venedikli Morozi tarafından Katolik kilisesine dönüştürülen, Atina tekrar Osmanlıların eline geçince Yunanistan'ın bağımsızlığını kazandığı 1824'e kadar yine cami olarak kullanılan ve 1935 yılında yıktırılmak istenen, ancak dönemin Türk hükümetinin girişimleri sonucu bundan vazgeçilen ve Atina'daki en eski Osmanlı eseri olarak bilinen Fethiye Camii’nin ibadete açılmasının sözkonusu edilmesine dahi izin verilmediği halde, restorasyonunun bile çok ciddi itirazlarla karşılaşmış olması doğal olarak uluslararası ilişkilerde belirleyici bir husus olarak "Mütekabiliyet ilkesini" hatırlatmakta. Yunan hükümetinin Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına karşılık Atina'daki Fethiye Camisi'nin açılması teklifini şiddetle reddettiğini biliyoruz. Striptiz kulübü yapılan camilerin yanı sıra, 15. yy.da inşa edilen ve bir minaresi Mimar Sinan’ın eseri olan Arta’daki Faik Paşa Camii ise 1976 yılına kadar genelev olarak kullanılmıştı (Tarihi, Hukuki, Toplumsal Boyutlarıyla Mübadele. Dr. Neval Konuk - İstanbul Barosu Yayınları. Mayıs 2012).

Türk Tarih Kurumu’nun 2003'te başlattığı dünyaya yayılan Türk kültür varlıklarını tespit çalışması doğrultusunda yıllardır yapılan tüm başvurulara rağmen, sadece Yunanistan Türkiye'den uzmanların tarihi ve kültürel varlıkları araştırmasına izin vermedi. Osmanlı’nın Balkan topraklarındaki ilk ve en büyük camisi olarak bilinen ve Batı Trakya Türk idaresinden çıktıktan sonra Dimetoka’daki Müslüman cemaatin kullanımına izin verilmeyen Çelebi Sultan Mehmed Camii ise bakımsızlıktan yıkılıyor. Macaristan'da Osmanlı'dan kalan en büyük eser olan Gazi Kasım Paşa Camii ya da Sofya’da 1528 yılında Kanunî Sultan Süleyman’ın emri ile Mimar Sinan tarafından yapılan Kara Camii de kilise olarak kullanılmakta. İspanya’daki Kurtuba Camii’nin içine ise bir katedral yapıldı ve kimi zaman ziyaretçiler ayin olduğu gerekçesiyle içeri sokulmaz. Giralda çan kulesiyle birlikte Sevilla Katedrali'nin de evveliyatında bir Endülüs Camii var.

Başka dinlere mensup toplumların, tarihi ve sanatsal değerleri olmasına rağmen İslam mâbedlerine karşı göstermedikleri yaklaşımı Ayasofya’ya karşı bizim göstermemizi beklemenin itirazlarla karşılaşması anlaşılır bir durum. Ama konunun uzmanı olarak kabul edilen birçok isim, 1930'ların siyasî mülâhazaları neticesinde müze haline getirilmiş olan ibadethanenin yeniden cami yapılmasının sadece bir hükümet kararından ibaret bulunmadığı, uluslararası bir mesele kimliği taşıdığı ve şimdi böyle bir kararı alıp uygulamanın da çok zor ve nerede ise imkânsız olduğu görüşünde birleşmekte.

Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi farklı nedenlere dayandırılabilse dahi, şu an tekrar cami yapılmasıyla sözkonusu küresel finans sistemine karşı sembolik de olsa bir itiraz, bağımsızlık ve irade beyanında bulunulacağına inananlar var. Fakat inançların, medeniyetlerin başarısını bir ibadethaneye indirgemenin hiç kimseye, hiçbir getirisi olmadığını tarih bize sayısız kez göstermiştir. Trabzon ve İznik Ayasofyalarını yeniden camiye dönüştürmüş olmamızın kime, ne tür bir üstünlük sağladığını düşünmeliyiz. Tümüyle kendi iradesini uygulayabilecek kadar güçlü ve bağımsız bir Türkiye’nin ise günümüzde sembolik olmaktan öteye gidemeyecek bu tür hareketlere ihtiyaç duymayacağına inanıyoruz.

Tarih boyunca üç imparatorluğa ev sahipliği yapmış olan İstanbul, kültürlerin harmanlandığı bir kent. Doğu’yu, Batı’ya; Kuzey’i Güney’e bağlayan bu muazzam kapıdan geçen herkes kendisinden bir şeyler bıraktı. Bırakılanlar iç içe geçti, birbirine karıştı ve ortaya çok katmanlı, derin ve fevkalade zengin olan emsalsiz bir miras çıktı. İşte tam bu noktada, Ayasofya’nın anlam ve önemi su yüzüne çıkıyor. Ayasofya, fetih sonrasında Osmanlıların şehrin eski sahiplerine gösterdiği saygının en büyük simgesi olmasının yanında, Osmanlıların İstanbul’a kazandırdığı yapılarla arasındaki organik bağ ile aynı zamanda sürekliliğin de sembolü. İstanbul’un iç içe geçmiş, birbirine karışmış ve çok katmanlı yapısının en görkemli yansımasıdır Ayasofya. Bizans’ın kilise olarak inşa ettiği, Osmanlılara miras kalan ve cami olarak kullanılan Ayasofya’nın tarihinde yaşadığı kırılmaların altındaki sürekliliğin, İstanbul’un çok kültürlü yapısına uygun bir şekilde “müze” olarak vurgulanması bizce doğru ve bir o kadar da anlamlı bir yaklaşım.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur,
TUREB